
Sosyal medyanın insanlarda bir özgüven patlaması yarattığı ya da var olan özgüveni zirvelere taşıdığı söylenebilir. Bu özgüvenin içi bilhassa cehaletin sağladığı bir egoizmle dolu olduğu için sağlam bir kaynağa dayanması da gerekmeyebilir.
Hasbelkader karşılasak bile bizi ilgilendiren bir şey olmadığı düşüncesiyle yüzüne bile bakmıyoruz. Zaten artık fatura, icra ya da mahkeme kâğıdı dışında getirdikleri pek “hayırlı” bir şey de kalmadı. Dahası yüzyıllardan gelen kadim bir alışkanlık olan mektubun itibarı da çok çabuk yıkıldı. Önce internet, sonra da mail, mektubu o ihtişamlı tahtından indirdiler. Kolaylık ve hız tüm alışkanlıkları bir çırpıda değiştirdi. Ve en nihayetinde “sosyal medya” adıyla bir şey icat oldu. Mertlik ise bozulmak bir yana, buralar her saniye yeni bir “mertlik” destanının yazıldığı; güvenli evlerinde oturup “açlık sınırı” altında kazanan milyonların, hiç de böyle bir beklentisi bulunmayan dünyanın geri kalanına, nizam ve adalet getirme sevdasıyla somutlaştıkları mekânlar biçimini aldı.
Nitekim bugün içinden geçtiğimiz makûs zamanlarda, bünyeyi yokluktan varlığa taşıyan sosyal medya ismiyle müsemma bir heyula ile karşı karşıyayız. Öyle ki sosyal medya, en çok da onun içerisinde doğup büyüyenler için, bir varlık ifadesine, yani soyuttan somuta geçmek için mecburi bir istikamete dönüştü. Üstelik bu mekânlar, sanal olmasına ve profildeki kişinin gerçekliğine dair derin şüphelerimiz bulunmasına rağmen, ironik biçimde insan varlığının somutlaşmış halinin yegâne göstergesi hâline de geldi. Kişinin bir sosyal medya hesabı yoksa sanki kendisi de kocaman bir hiçlik içerisindeymiş, ne bir geçmişi var ne de varoluşuna değer katacak bir anlama sahip değilmiş gibi zorba bir algı ortaya çıktı. Dolayısıyla buralardaki mevcudiyet, yapılan herhangi bir paylaşım ya da paylaşılanları izleme, teknoloji bağımlısı günümüz insanlarına kendilerinin yaşadığını, var olduğunu anımsatıyor. Herhangi bir paylaşımın altına yazılan ufacık bir yorum, kalpli bir beğeni hayatta olduğunun, orada bulunduğunun hissedilmesi için de yeterli. Hatta tuhaftır, bazen yüz binlerce takipçisi olan sahte hesaplar bile, kim olduğunu bilemediğimiz bu hesap sahiplerine de aynı hazzı verebiliyor. Üstelik artık kişiler birbirlerini sosyal medya hesapları üzerinden tanıyor, değerlendiriyor, eleştirip yargılıyorlar. Yine merak edilen birisiyle ilgili bilgi sahibi olabilmenin en basit yolu, varsa sosyal medya hesabına bakmaktan geçiyor.
Tabi meselenin çok farklı yönleri de var. Mektup devirlerinde ulaşılmaz görülen (belki çevremizdeki ulaşamadıklarımız da dahil) pek çok ünlü ünsüz siyasetçi, şair, yazar, gazeteci, aydın, şarkıcı, oyuncu vb. artık bir tweet kadar yakınımızda.
Çünkü vahimdir ki, tam da Yeni Türkiye’ye denk gelen bu dönemde, bu sosyal aniden duvarlar yıkıldı. Sevgiler, övgüler, eleştiriler ama özellikle de öfkelerin arzuyla döküleceği biricik yer de belli oldu. Böylece o duvarların yıkılması, sayısı on milyonları bulan koca bir kitlenin ruhsal problemlerini apaçık görmemizi de sağladı. Zira ülkenin senelerdir içerisinde tuttuğu (belki de için için beslediği) o yıkıntıların ardından çıkan hadsiz bir canavar, ipten kazıktan kurtulup kötücül bir virüs şeklinde aramıza karıştı. Kötülük buralarda normalleşti, “akılcı”, “mantıklı” ve “zorunlu” görüldü, hatta karizmatik bir aura’ya sahip olduğu düşüncesiyle destek buldu ve yaygınlaştı. Kısacası bu sosyal mekânlar, sahte vicdan gösterilerinin, en ucuz demagojilerin, riyakâr bir sembolizmin, her türlü sömürünün, cinsiyetçiliğin, sahtekârlığın, şiddet övücülüğün, gerçekliğine inanılmış akıl almaz paranoyaların, yalanın dolanın yeri haline geldi. Böyle olunca da güzellik, doğruluk, iyilik, insaniyet, bir yandan vitrin dindarlığı üzerinden ucuzlarken (örneğin Facebook hesabında ayet, hadis, Cuma mesajları paylaşan Özgecan Aslan’ın katilini anımsayın), diğer taraftan da iyice pahalı bir lükse dönüştü. Hani bir “iyilik” görüldüğünde buğulu gözler eşliğinde yoğun biçimde beğenilip, paylaşılıyor ya, işte bizlerin asıl trajedisi artık burada yatıyor. Zira kaybetmiş olduğumuzla yüzleşiyor, bir türlü olamadığımıza içten içe ağlıyoruz.
Öte yandan çoğu kez sosyal medyanın aslında “diyalog mekânları” olduğuna dair romantik iddialar da ileri sürüldü.
Hâlbuki buraların gerçekte kimsenin kimseyi dinlemediği yerler olduğunu öğrenmemiz de fazla zamanımızı almadı.
Tersine bu alanların, arsız bir keyif eşliğinde birbirlerinin olası utancını, ayıbını yüzlere sınırsızca vurma yeri vazifesi gördüğü; o “diyalog” denilen durumda aynı siyasal görüşü paylaşıyorsanız pek bir problemin çıkmadığı, oysa karşıt noktalardaysanız birkaç cümle sonra küçümseme, hakaret, küfür ya da tehdidin başladığı; buraların esasen sosyal diyalog mekânlarından çok bir “mahkeme salonu” yerine geçtiği de böylelikle çabucak anlaşıldı. Dahası hak, adalet, ahlâk silikleşince herkes, kimin “suçlu” kimin “masum”, kimlerin “hain/terörist” kimlerin “vatansever” olduğuna, kimlerin aslında “neye hizmet ettiklerine” de, savunma makamının olmadığı bu “mahkemede” ve birkaç cümleyle karar verir oldu. Çünkü ne konuşulursa konuşulsun insanların bir tek kendi anladıklarını esas aldığı bu mekânlarda temel amaç asla “dinlemek” değildi; aksine konuyla ilgili ne hissediliyor ya da düşünülüyorsa bir an önce söyleyip rahatlamaktı. Bu yönüyle sosyal medya, modern insanın içerisindeki şiddet yüklü otoriter bir kişiliğin de gösteri alanı şekline büründü.
Doğal olarak böylesi bir şiddetin olduğu yerde ne diyalogdan ne de kamusallıktan bahsetmek ihtimali de kalmadı.
Lâkin sosyal medya kullanıcılarının genelinin bu yönde bir talebinin olduğu da daima şüpheliydi. Keza buralarda akıldan geçen, akla gelen, hissedilen, kulaktan duyulan her düşüncenin büyülü birer bilgi/gerçeklik sanılmaya başlandığına da şahit oluyoruz. Seviyesiz ve alabildiğine ahlâksız bir dilin hâkim olduğu sanal ortamlarda takılan pek çok kişi kendisini, özellikle her konuda birer küçük uzman, birer bilgi deposu, bir kamu iradesi şeklinde görüyor. Bilgiye götüren yol (kendisi esasen bir bilgi çöplüğü olan) Google ile kısalınca, öğrenmek adına gerekli çaba, zahmet ve emek de peşi sıra anlamsızlaştığı için bilme ve öğrenme de değersizleşti. Dolayısıyla her taşın altında gizli bir komplo, sinsi bir plan, her yanımızın hain ya da düşmanlarla çevrildiği ve başkalarının sürekli biçimde “büyük oyun”u göremeyen tarafta olduğuna dair yargılar da tavan yaptı. Yalan yanlış fotoğraflar ve haberlerle feci biçimde ikna edilip, diğerlerini alt etme yarışında geceli gündüzlü birbirine giren milyonların tek derdi, “laf sokma” çabası oldu. Böylelikle bir “Kurtuluş Savaşı” veriliyormuş gibi motive olunan bu cenk mekânları, oraları tüketen koca bir kitlenin içerisindeki öfkeyi, kini, zorbalığı, küfrü, cinsiyetçiliği, faşizmi hadsizce döktüğü bir foseptik çukuruna dönüştü. Son yaşadığımız meselede de görüleceği üzere, kitlenin aklının fallus ile vajinadan öteye geçemediğine de şahitlik ettik. Ağaca, yeşile karşı düşmanca tavırları biliyorduk da, bitmez tükenmez bir “duhûl” merakının eşliğindeki masum bir zeytin dalı, hiç bu kadar kirletilmemişti.
Diğer taraftan, sosyal medyanın insanlarda bir özgüven patlaması yarattığı ya da var olan özgüveni zirvelere taşıdığı da söylenebilir. Bu özgüvenin içi bilhassa cehaletin sağladığı bir egoizmle dolu olduğu için sağlam bir kaynağa dayanması da gerekmeyebilir. Örneğin profilinden “17 yaşında” notu olan ideolojilerden arınmış Furkan kardeşimiz, boyu kadar kitap yazmış bir profesöre seslenirken rahatlıkla “ne kadar aptalsın, ideolojik bakma olaylara” diyebiliyor. Yine Sevinç Hanım, meşhur bir yazarımızın attığı tweet’in altına “Sen kitap yaz kitap oku, savaşma asker işidir, bilmediğin işlere karışma” uyarısını bırakabiliyor. Önüne gelene “yerli ve millilik” ayarı veren bir hesabın adı Clark Kent… Dahası bazı hesapların isimleri Bourdieu, Foucault, Nietzsche, Spinoza olsa da paylaşılan içerikler Recep İvedik kıvamında. Attığı tweet’te “tekbir getirenler” mi, profilinde silah fotoğrafı olmasına rağmen sevgi mesajları verenler mi arasınız ya da sanal bir boşluk üzerinden lisans okumanın da verdiği kof heyecanla bir akademisyene karşı çıkarken “Bunların kafalarına vura vura öğreteceğiz” hadsizliğini ne yapalım, bilemiyorum. Kısacası bugün, kitlesel akıl sağlığımızın önündeki en büyük engel, sosyal medyaymış gibi duruyor. Dahası bunlar gibi milyonlarca örnek aynı sosyal ortamlardayken, buralarda akıl, tutarlılık, ahlâk ve mantık aramanın da çok az karşılığı bulunuyor. Böylece iki haber okumak, birkaç ilginç makale ya da yorum görmek veya edebî, sanatsal, kültürel vb. paylaşımlar yapmak adına yeni insanlar tanımak için nasıl bir cehennemin içerisine düştüğümüze de asla inanamıyoruz.
Netice itibarıyla, basitçe bile olsa herhangi bir şeye ikna olunduğu zaman insan güven dolu olur. Güvenin sıcaklığı, inandığınız mevzu hakkında artık hiçbir kuşkuya düşmemenizi sağlar. Böylece kafa karıştırıcı tüm çelişkilerden de uzaklaşılır. Fakat aksine bu durumun toplumsal olarak makbul olduğu söylenemez. Çünkü ölümüne ikna edilmiş kitleler, asla dinlemez. Onlar sadece haykırır. Kitlelerin ülke menfaatine dair tek ve net biçimde bir “doğru”ya inandığı bir yerde yaşamak, eğer düşünceniz ve doğrularınız farklıysa, boğucudur. Bugün Türkiye, tam da böylesine boğucu bir toplumsal atmosferin içerisinde bulunuyor. Üstelik konuşmayı kısıtlayan, diyalogu boğan, kamusal alanda da monologu güçlendiren, çoğu kereler toplumsal linç mekânı olan sosyal medya da bu ölümcül ortamı alabildiğine körüklüyor.
İşte bugün sosyal medya, böylesi itibarsızlaştırma oyunlarının; bilincin yerini uyumun aldığı sanal kamuoyu gösterilerinin; “özgürlük alanı” sanılırken muktedirlerin istediği zaman şalteri indirebildiği; herkesin kolaylıkla kendini ele verdiği, karakter, zihniyet ve düşünce imalatının; putperestçe bir aldatının ikna mekânlarıdır. Yine de sıkı bir sosyal medya takipçisiysek ve bir türlü vazgeçemiyorsak, zamanımız, akıl sağlığımız ve insanlığımız adına daha az vakit geçirmemiz, şeklindeki bir reçete tavsiyesi belki yararlı olabilir.
Views: 4




